Prof. Dr. Sevtap Demirci: Lozan Antlaşması ile Türklerin Şark Meselesindeki Söz Hakları

Prof. Dr. Sevtap Demirci: Şark meselesinde, Osmanlı’yı parçaladığını düşünen Batı’ya, Lozan ile birlikte son kelime Türkler tarafından söylendi. Lozan, Türkiye’nin kuruluş belgesi, doğum evrakıdır ve tapusudur.

Prof. Dr. Sevtap Demirci: Lozan Antlaşması ile Türklerin Şark Meselesindeki Söz Hakları

ERCAN ÇANKAYA

Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Sevtap Demirci, Lozan Barış Anlaşması’nın 102. yıldönümü vesilesiyle, bu önemli antlaşmanın bilinmeyen yönlerini KARAR okuyucularına aktardı. Doktorasını Cambridge Üniversitesi’nde Lozan konusunda yapan Demirci, bu süreçte istihbarat raporları, bakanlıklar arası yazışmalar, resmi telgraflar ve özel belgeler gibi birçok kaynağı inceledi. Lozan ile ilgili pek çok bilimsel çalışması ve yayını bulunan Demirci, bu antlaşmanın Türkiye’nin kuruluş belgelerinden biri olduğunu vurgulayarak, Türklerin Şark meselesindeki son sözlerini Lozan ile ifade ettiğini belirtti.

sevtap-demirci-001.jpgProf. Sevtap Demirci

LOZAN NEDEN TÜRKİYE'NİN KURULUŞ BELGESİDİR?

“Lozan Antlaşması, Cumhuriyetimizin kuruluş belgesidir" ifadesi, Türkiye'deki eğitim alan herkes tarafından mutlaka duyulmuştur. Lozan için bu şekilde bir tanımlama yapmamızın ardında yatan sebepler nelerdir? Sadece Milli Mücadele'yi sona erdirmesi mi söz konusudur?

Aslında bu ifade oldukça anlamlıdır ve toplumda yer etmesi de sevindiricidir. Lozan, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş öncesi önemli bir belgedir; bu belge, aynı zamanda Milli Mücadele’nin askeri zaferlerinin diplomatik alanda kayda geçirilmesidir. Dahası, Cumhuriyet'le birlikte Türkiye’nin bağımsızlığını tescil eden bir belgedir. Devlet henüz kurulu değildi; Ankara Hükümeti, henüz Türkiye Cumhuriyeti olmadan müzakereler yürütmekteydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla birlikte, İstanbul Hükümeti ve Ankara Hükümeti birlikte davet edildi. Ancak Türk milletini yalnızca Ankara Hükümeti temsil ediyordu. Bu belgeyle Türkiye, uluslararası alanda bir devlet olarak hukuken tanınmıştır. Batılı güçler ve onlarla işbirliği içinde olan diğer ülkeler, bu tanımayı resmen kabul etti. Bu nedenle, Lozan Anlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu belgesi, doğum belgesi ve tapusudur.

‘LORD CURZON MÜTTEFİKLER ARASINDAKİ UYUMLULUKLARI SAKLAMAYI BAŞARDI’

Lozan Antlaşması ile Türkiye, Misak-ı Milli'deki altı maddelik amaçlarına büyük ölçüde yakınlaştı. Türk heyetinin diplomatik başarıları bu süreçte önemliydi. Ancak diğer taraftan dünya konjonktürü de göz önünde bulundurulmalı. İngiltere’deki iç siyasi durum ve müttefik ülkeler arasındaki ilişkiler bu sonucun alınmasını nasıl etkiledi?

Burada birkaç önemli husus var. Öncelikle, büyük devletlerin çıkarları genelde farklılık göstermez. Osmanlı topraklarının paylaşımı üzerine binlerce yıllık tartışmaların merkezinde doğu meseleleri yer alıyor. Uzun bir savaş sonrası, bu güçler çözüme ulaşmanın yollarını aradılar ve bunu başarılı bir kriz sayesinde gerçekleştirdiler: Birinci Dünya Savaşı. Savaşın sona ermesiyle, bu ülkeler hedeflerine ulaştılar. Onların sözleriyle ifade edersek, “Türkler, eşyalarını toplayarak Orta Asya'ya gönderilecektir” dediler, bunu başardılar. 1918 itibarıyla Osmanlı İmparatorluğu tarihe karışmıştı. Ancak burada bir bölünmüşlük değil, ortak hedeflerin bulunduğu bir durum söz konusu oldu. Yine Lozan'da bu ortak hedefe ulaşabilmek için İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon'un gösterdiği üstün diplomatik yeteneğin etkisi büyük. Tecrübeli bir diplomat olan Lord Curzon, birçok müzakerede yer almış ve bu konuda oldukça yetkin bir isimdir.

Lozan sürecinde bir şans faktörü de söz konusuydu. Londra'da kabine değişikliği yaşandı. Zira ‘Türkleri uygarlıktan mahrum olarak Orta Asya bozkırlarına geri göndermeliyiz’ diyen şahin politikacı Lloyd George, devre dışı bırakıldı. Seçimler kaybedildi ve bu da oldukça farklı nedenlere dayanmaktaydı. Ancak toplumsal algının bu sonuçta önemli etkisi oldu; çünkü İngiliz halkı savaş karşıtlığı sergiliyordu. Milyonlarca insan Birinci Dünya Savaşı sürecinde hayatını kaybetti, yeni bir çatışma istemiyordu. Ekonomik olarak zor bir dönemden geçiyorlardı ve bir an önce barış istiyorlardı. Ayrıca kendi sömürgelerindeki huzursuzluk endişesi, özellikle Hindistan’daki Müslümanların isyan etme korkusu, hükümete baskı yapıyordu. Bu nedenlerle bir an önce barış yapma çabası içerisine girdiler. İktidar değişti ve daha ılımlı bir yönetim devreye girdi. Bu yeni iktidar da kendi iç meselelerine odaklanmalı, ekonomiyi düzeltmeli ve toplumu mutlu etmeliydi.

Müttefikler arasındaki sorunları ele alacak olursak; evet, çıkar çatışmaları gündemdeydi. İmparatorluğu parçalamış olmalarına rağmen bu çatışmalar hâlâ sürüyordu. Ancak bu durum, Lord Curzon'un diplomasi masasında başarılı bir şekilde örtmeye çalıştığı bir konuydu. Müzakereler İtilaf Devletleri ile Ankara Hükümeti arasında yapılsa da asıl görüşmeler İngiltere ile Türkiye (o dönem bu isim kullanılmadığı halde) arasında gerçekleşti. Biraz daha derine inildiğinde, Londra ile Ankara arasında ve sonunda da İngiliz Başdelegesi ile Dışişleri Bakanı Lord Curzon ile Türk tarafının Dışişleri Bakanı İsmet Paşa arasında döngü tamamlanmış oldu. Lord Curzon, görüş ayrılıklarını Türk delegasyonuna belli etmeden, başarılı bir şekilde saklamayı başardı. Bunun sonucunda Ankara, bu durumu fark edemedi. O dönemde belge açıldığı zaman net bir blok yapısı vardı. Hatta İsmet Paşa, bu bloğu nasıl delebileceği üzerine düşünüyordu. Ancak yeterli istihbarat olmadığı için bu süreçte bir zaafiyet doğmuştu. Ankara, Lozan öncesinde Yunanlıların İzmir’den 9 Eylül’de ayrılmasının ardından Mudanya’da yaklaşık bir ay sonra görüşmelere katıldı. Yeterince tecrübeli kadroların olmaması, önemli bir zorluk oluşturdu.

conference-de-lausanne-lord-curzon-se-rendant-au-chateau-douchy-btv1b53094598k.jpgLord Curzon Lozan Konferansı'nda

İSMET PAŞA'NIN TERCİHİ NEDEN BU ŞEKİLDE GERÇEKLEŞTİ?

Şimdi Türk delegasyonunun oluşumunu ele alalım. Barış Konferansı'na katılmak için dönemin Başbakanı Rauf Orbay da istekliydi. Fakat aynı zamanda Ankara Hükümeti'nde Bekir Sami Bey gibi diplomat geçmişi olan başka isimler de mevcuttu. Ama diplomatik tecrübesi az olan İsmet Paşa neden tercih edildi? Ve bir asker olarak masada mı daha yararlı oldu?

Bu açıdan bakılabilir. Haklısınız, İsmet Paşa bir diplomat olarak tanınmıyor. Kendisi daha çok askeri bir kimlik olarak öne çıkıyor. Mudanya Ateşkesi sonrası birkaç günlük diplomasi deneyimi var ve Lozan’a gitti. Dolayısıyla, bir diplomat olmadığını belirtmek doğru. Ancak Dışişleri Bakanı olarak seçilme süreci, Türk diplomasi tarihinde enteresan bir durumu gösteriyor. Önceden Dışişleri Bakanı olan Yusuf Kemal’in gerektiği üzre gidip gitmeyeceği gündeme geldi. Rauf Bey’in de orada bulunması gerekiyordu. Ama Mustafa Kemal, tercihini İsmet Paşa'dan yana kullandı. Rauf Bey'in başbakan olmaması, izlenimi değiştirsin diye de önemli bir noktadır. Bunun yanı sıra, İsmet Paşa’nın asker kimliği ve emirleri uygulama becerisi önemliydi. Kendisi, aldığı her emri titizlikle yerine getiriyordu. Bu noktada Lord Curzon ile müzakerelerde tartışmalarda inatla durmasını sağlamıştır. Ve Lord Curzon, bu en biraz da çatışmada ısrar edecek bir üslup geliştirdi. “Biz burada müzakere yapıyoruz ve sen her şeye itiraz ediyorsun. Ben Londra’ya döndüğümde sen benim kapımı çalmaya geleceksin” dedi. “Neden?” dedi İsmet Paşa. Lord Curzon, “Senin, ülkeni ayakta tutmak için paraya ihtiyacın olacak, o para bende” dedi. Lord Curzon'un bu yaklaşımı, İsmet Paşa'nın stratejik bir tutum sergilemesine neden oldu; çünkü o dönemde Türkiye’nin ekonomik durumu oldukça zorlayıcıydı.

‘LOZAN GÖRÜŞMELERİNDE BİLGİLERİMİZİ AÇIKLADIK’

İlginç bir bilgi; Lozan'daki Türk heyetinin Ankara ile telgraf yazışmaları, İngilizler tarafından okunuyordu. Yani görüşmeler devam ederken, hazırlık sürecinde Dışişleri Bakanlığı'nın hazırladığı kırmızı çizgilerimiz ve taviz verilecek noktaları tam anlamıyla biliyorlardı.

Evet, bu önemli bir durum.

Bunun sonuçları üzerinde ne gibi etkiler yaşandı? Bu telgrafların vaktiyle okunması, ilk kez sizin tarafınızdan ifade edilmişti, değil mi?

Evet. Arşiv çalışmalarım sırasında bulduğum bu belgeleri incelediğimde, yazışmaların zamanlaması dikkat çekiciydi. Örneğin 10:35'de Ankara’dan gelen bir yazıda, “Boğazlarla ilgili talepler yapıldı” deniliyordu. Ancak daha birkaç dakika sonra, bu telgrafların Lord Curzon’un masasında okunmuş olması oldukça ilginçti. Tüm telgraflara göz atıldığında, gönderilen şifreli mesajların İngiliz istihbaratınca deşifre edildiği açık bir şekilde belirlendi.

Bu durum, İngilizler veya müttefikleri için büyük bir avantaj sağlıyordu. Çünkü böylece neyi, nerelere kadar itebileceklerini bilerek müzakereleri sürdürdüler. Ayrıca kendi müttefiklerinin konumları hakkında da bilgi sahibi oldular. Örneğin, İsmet Paşa'nın Ankara’ya gönderdiği bazı telgraflarda Fransız delegesiyle yapılacak görüşmelerden bahsediliyordu. İngilizler, bu tür detayları değerlendirerek stratejik adımlar attı. Belgelere göz attığımda, “Lozan görüşmelerinde karşımızdakinin elini bilen briç oyuncuları gibiydik” ifadesi yer alıyordu. Bu durum, elbette çok ciddi bir sorun teşkil ediyordu. Yukarıda belirttiğim gibi, istihbarat her şeydir. Dolayısıyla Ankara Lozan’da yeniden iletişim hatlarını değiştirmek zorunda kaldı ve Köstence Hattı’na geçtiler. Ancak bu, iletişim sorunlarına yol açtı ve zamanla tekrar Lozan’a dönmek zorunda kaldılar. Bu noktada, bilgi sızdıran kişilerin belgelerin içeriğine ve süreçlerine dair bilgi akışını sağladıkları anlaşılıyor.

HEYETTEKİ BİLGİ SIZDIRICILARI KİMLERDİ?

Görüşmeler sırasında aslında bu konuda bazı bilgi sızıntıları yaşanıyordu. Ancak kimlerin olduğu tespit edilemiyor. Bu durum, aynı zamanda diğer temsilciler için de geçerliydi. Hatta müzakere sürecinde, Türk heyetinin içindeki durumlar da dikkat çekiciydi.

Evet, bunun fark ediliyor olması önemli bir durum.

Görüşmelerde bilgi sızdıran sesi kimdir?

Bu konuda kesin bir bilgi yok. Ancak genel olarak böyle zayıf noktalar bulunuyordu. Anadolu’yu koruma mücadelemizi kazanmış olmamıza rağmen bu bilgilerin ışığında önemli bir zaafiyet de gözlemlenebiliyordu. Sonuç olarak, kazanılmış olan Anadolu toprakları üzerinde yeni bir devlete temel atılmış oldu. Bu büyük bir başarıydı.

24temmuz.jpgİsmet İnönü Lozan'ı imzalarken...

‘BOĞAZLAR’ DAHA ÖNEMLİYDİ’

Lozan’da Musul meselesi çözümlenememişti, ancak Boğazlar ile ilgili 1936’da Montrö Antlaşması ile bir çözüm bulunmuştur. Hatay, 1938’de bağımsızlığına kavuştu ve ardından 1939’da Türkiye’ye katıldı. İzlenimim odur ki, Lozan önemli bir hamleydi, ancak genç Cumhuriyetin bazı konularda memnuniyetsizliği söz konusuydu ve bu durumun revize edilmesi gerektiğini hissetti.

Kesinlikle. Lozan’daki temel önceliklerimiz arasında milli bir devlet kurmak vardı; bu devleti de dünya nezdinde kabul ettirebilmek. Ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık, bunlar bizim en kritik taleplerimizdi. Bugünki Anadolu toprakları içinde, Misak-ı Millî sınırları çerçevesinde bağımsız bir devlet kurmayı başardık.

Doğu Anadolu’da kurulması düşünülen Ermeni devleti, Sevr’de İstanbul hükümetine kabul ettirilmişti. Güneydoğu Anadolu’da ise Kürt devleti oluşturulmasına da engel olduk. Ekonomik ve siyasi bağımsızlık elde etmek, en büyük önceliğimizdi ve bu belge sayesinde sağlandık. Bu müzakereler sırasında, elbette tüm isteklerimiz bir anda kazanılmadı ancak müzakerelerde taraflar karşılıklı olarak tavizler vermek zorunda kaldılar. Musul, burada dikkat çeken en önemli bölge. Ancak bu uğurda da ciddi bir mücadele sürdürüldü.

Boğazlar konusunda ise çok kritik bir uzlaşmaya varılmıştı. Eğer Boğazlar ile ilgili bir anlaşmaya varılmasaydı, savaş imkânı ortaya çıkabilirdi. Ordular bu durumda savaşa girmeye de oldukça hazır durumdaydı, dolayısıyla barış hangisi olursa olsun sağlanamazdı. Dolayısıyla ulusal mücadelede kazandığımız Anadolu’yu savaşmak zorunda kalsaydık kaybetme riskiyle karşı karşıya kalırdık. Zira güçlü bir savaş gücü bulunmuyordu. Bu durum, barış için müzakereleri mantıklı kılmaktadır.

Boğazlar konusunu gerçekleştirilmeyen bir sözleşmeyle tamamlayarak, birtakım haklar elde etmek mümkün olmadı. Bu durum, biliniyordu ve Lozan Antlaşması’na ek bir Boğazlar Sözleşmesi ile 1936’da bunu yeniden ele almayı başardık. Mustafa Kemal Atatürk, bu dönemde konjonktüre dikkat çekerek, “Kurtulması gereken Türkiye, uluslararası güçlerin yanına oturmalıdır” dedi. Büyük bir dünya savaşı gelmekteydi ve bu noktada Türkiye’nin haklarındaki güçlendirici bir anlaşma yapılmasını zorunlu kılmaktaydı.

Hatay, her zaman Türkiye’nin bir parçası olarak görülmüştür. Atatürk bunun için mücadele ederken sağlık durumu da sorunluydu. Sağlığında bunu göremedi ancak onun mesajını ileten kadrolar, onun vasiyetini yerine getirmişlerdir ve ölümünden bir yıl sonra bu durum gerçekleşmiştir.

‘MUSUL İLE İLGİLİ SORUNLAR ÇÖZÜLMEDİ’

Büyük tartışma da Musul meselesine aittir. Musul, Misak-ı Millî sınırları içinde yer alıyordu. Ancak o günkü koşullarda bu bölgenin alınabilme olasılığı yoktu. Bunu net olarak ifade ediyorum: Yoktu. Son yıllarda da internet gibi ortamlarda okuduğum, Türkiye’nin Musul’dan vazgeçtiği yönündeki görüşlerle çoğunluğun yanlış bilgilendirildiğini görmekteyim.

Hayır, Ankara Musul'dan vazgeçmedi. Musul için titiz bir mücadele yürütüldü. Şimdi size dört tane örnek vereyim:

Musul görüşmeleri sırasında İsmet Paşa, Rüstem Bey ve Şevki Bey’i Londra’ya yolladı. Bu iki isim, Londra’da ilgili şirketlerle görüşmekteydiler. Müzakerelerde yer alan konu, bölgedeki kaynaklarla yapılan anlaşmalardı. Demiryolu inşası, petrol arama, üretme ve işletme konularında imtiyaz talepleri gerçekleşiyordu. Bu durum öğrenildiğinde Lord Curzon tepki gösterdi. “İsmet Paşa, arkamdan iş çeviriyorsun!” diye karşılık verdi. Bu, Türk tarafının güçlü bir talepte bulunduğunun göstergesiydi.

LORD CURZON: ‘KÜRTLER O KAĞITLARI YER’

İkinci çaba ise halk oylaması önerisiydi. Musul’da halkın katılımıyla yapılacak oylama önermekteydi; ancak Lord Curzon oylamanın yapılmaması gerektiğini savundu. Musul'daki Türk ve Türkmen toplumlarının yanı sıra Kürt nüfusu da önemli bir yer tutmaktaydı. Bu soruyu gündeme getirdiğinde Lord Curzon, “Böyle bir oylama gerçekleşemez” diye karşılık veriyordu. Musul'un kaderinin bu oylama ile belirleneceğini düşünmüyordu ve yukarıda da geçen İngiliz istihbarat raporları, Musul’daki Türk ve Kürtlerin büyük çoğunluğunun Türkiye’yi destekleyeceklerini kaydediyordu. Bu durum, Lord Curzon'un oylamanın yapılmasına kesinlikle karşı çıkmasının ardındaki başlıca sebep oldu.

Üçüncü çaba ise daha az bilinen bir durumdur: Lord Curzon’a boş bir kağıt verip, üstünü doldurması teklif edildi. Bu şok yaratmıştı. Ancak Lord Curzon, kendi iktidarını korumak isteyip, bu durumu kabul etmemiştir.

‘KURDISTAN OPERASYONU’

Dördüncü çaba ise, görüşmelerin kesildiği 4 Şubat 1923’te gerçekleştirildi. Türk delegasyonu Türkiye’ye dönmesi sonrasında, 9 Nisan’da “Chester ve Kennedy” imtiyazını kabul eden bir yasa geçirildi. Bu imtiyaz ile Musul, Kerkük ve Süleymaniye bölgelerinde demiryolu inşası, yeraltı kaynaklarının araştırılması ve işletilmesi hakkı verildi. Ancak bu durum, İngiltere'nin tepkisini çekti. Mesela, Türk hükümeti tarafından yapılan bu imtiyaz, İngiltere tarafından daha önce onaylanmış fikir birliği olarak değerlendirildi.

İngiltere, bu duruma net bir şekilde itiraz ediyordu; “Bu imtiyaz, Sadrazam Sait Halim Paşa tarafından verildi” diye öne sürdü. Ancak Ankara hükümeti, Eski İstanbul Hükümeti’nin etkisinin olmadığını ve dolayısıyla yasal bir geçerlilik olmadığını iddia etti. Ancak bu tartışma İngiltere için bir tehdit oluşturuyordu ve bu nedenle olağanüstü bir doğaçlama operasyon geliştirmeye karar verdiler: Operation Kurdistan. Bu, öyle bir planlama süreciydi ki, kimse haberdar olmadan kritik bir hava bombardımanı yapıldı. 23 Nisan 1923’te görüşmelerin yeniden başlamasıyla Türk tarafının sıkıntıları daha da artmıştı. Yapılan hava saldırıları, Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi çok ağır bir şekilde etkilemişti.

Bu durumda, o bölgede plebisit yapılmasına imkan kalmıyordu. Çünkü bazı nüfus yapıları yok olmuştu ve dolayısıyla halkın oylamasının sonuçlarının etkisi kalmamış oldu.

Aşiretlerin durumu ne oldu?

Sonuç olarak, plebisit yapacak bir kitlenin kalmadığı açık bir şekilde ortaya çıkıyordu. Çünkü plebisit yapılsa, kazanacak taraf Türkiye olacaktı. Başka bir deyişle, İngiltere Musul petrolleri konusunda kararlılığını sürdürmekteydi.

‘ŞEYH SAİT İSYANI’NIN SÜRECİNDEKİ ZAMANI MANİDAR’

Beşinci çaba, İngiltere'nin Musul'u dışlayarak anlaşmayı imzaladığı süreçtir. Musul, herkes için kritik bir öneme sahiptir. Türkiye, bu bölgeyi vatan toprağı olarak kabul ederken, İngiltere de savaş maliyetlerinin karşılığını almak istemekteydi. Dolayısıyla iki taraf için Musul'un alınması müdahale gerektiriyordu. Zira İngiltere savaşı bu bölge üzerinden kazanmayı hedefliyordu. Ancak ikili görüşmelerin ortaya çıkmasından ve Lozan sonrası, yeni bir durum doğdu; Türkiye’nin kendi içerisinde devrimsel bir yola çıktığı tarihte Musul üzerindeki hak iddiasını kaybetme ihtimali doğdu.

İki önemli gelişme yaşandı ve birincisi, genelkurmayın verilen talimatla Musul’a yönelik askeri kuvvetleri bölgeden geri çekmesidir. İkinci gelişme ise, bu noktada Türkiye’nin içindeki Şeyh Sait isyanıdır. Bu isyan, yeni rejimi koruma çabası içinde büyük bir tehdit oluşturmuştur. Çünkü henüz yeni bir düzen oluşmamışken, bu isyan, önemli bir engel teşkil etti. Tarihi süreç içerisinde yaşanan bu chaos durumunun zamanlaması dikkat çekicidir.

LOZAN’LA İLGİLİ OKUYABİLECEKLERİMİZ

Son olarak, Lozan Anlaşması hakkında eğitim hayatlarından hatırladıklarıyla sınırlı kalmış olan okuyucular için bir okuma listesi önerir misiniz?

Ben bu konuda bir kitap yazdım. Atatürk Araştırma Merkezi’nde görev yaptığım için burada genel okuyuculara yönelik bir çalışma hazırlamıştım. 2023’te Cumhuriyet’in 100. yılı vesilesiyle daha akıcı bir dilde, genel okuyuculara hitap eden bir Lozan kitabı ortaya koydum.

lozan-001.png

Atatürk Araştırma Merkezi’nin diğer kaynaklarına da yönelebilirler. Ayrıca, Seha Meray’ın not tutanakları, başucu eseri olmalı. Cemil Bilsel’in Lozan kitabı da önemli bir kaynak olarak değerlendirilebilir. Atatürk Araştırma Merkezi’nin online platformu üzerinden düzenli yayınlar takip edilebilir.

‘ŞARK MESELESİNDE SON SÖZÜ TÜRKLER SÖYLEDİ’

Sonuç olarak, bu anlaşmanın tarih açısından oldukça önemli bir yeri vardır. Şark meselesinde, Türkiye'nin direnişiyle birlikte son sözün Türkler tarafından söylendiği gerçeği de ortaya çıkıyor. Milli Mücadele’nin ve ardından gelen Lozan ile Türkler, bu topraklarda varoluşlarını sürdürmek için mücadele etmişlerdir. Bu belge, sadece Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesinin simgesi değil, aynı zamanda uluslararası alanda Türkiye’nin tanınmasını sağlayan bir antlaşmadır. Savaş sonrası yapılan anlaşmalar arasında, Lozan Anlaşması, ayakta kalan tek antlaşmadır ve günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Bu anlaşma, topraklarımızı vatan yapan bir belgedir ve her zaman daha fazla sahip çıkmamız gereken bir değerdir.